6 Eylül 2008 Cumartesi

Sen Davula, Davul Sana


Son yıllarda, memleket rock'u konusunda, Ankara'nın sazı sözü gümüş, taşı toprağı altın... Ne güzel bir tesadüf: Yasemin Mori,
Gece ve Pilli Bebek sağolsunlar bu ayki Roll'u "Ankara Özel Sayısı"na çevirdiler... Yasemin Mori'nin "Hayvanlar" adlı ilk albümü, hem şarkı yazarlığı hem sound açısında ciddi bir "açılım" ve "atılım" örneği, ritim ve kelime hazinesi...

Henüz albümü yayınlanmamıştı, "Aslında Bir Konu Var"ı Myspace'te ıskalasak da, televizyonda yakaladık. Böyle bir klip, böyle bir şarkı, böyle bir "sarhooş" demek görülmemiştir. Peki devamı? Birkaç hafta dişimizi sıktık, albümün tamamını dinleyince boşa umutlanmadığımızı anladık. Hemen Yasemin'le buluşup daldan dala atladık...



Ankara’dan son dönemde bir sürü müzisyen ve grup çıkıyor, nedir bunun sırrı?
Yasemin Mori: Ankara bir öğrenci şehri. Orada okuyorsan, kendi kendine başka bir şeyler daha yapman gerekiyor, çünkü şehrin sana verecek hiçbir şeyi yok. Festivaller, konserler az. O yüzden kendi ortamını kendin yaratmalısın. İnsanlar daha çok kendi içlerine dönüyor ve kendi seslerini arıyorlar, en azından benim deneyimimde böyle oldu.

Björk İzlanda için, Portishead’çiler de Bristol için böyle bir portre çizer..
Filizlenmenin olmadığı, karanlık sayılabilecek yerlerde insanlar daha fazla üretme dürtüsü hissediyor. Ankara'da herkes öğrenci, bir refah makul bir standart var. Yeraltı müziği pek yok. Daha çok öğrenci kendi kendine oluşturduğu bir kültür...

Sakarya'da bira içer miydin ya da SSK İşhanı’ndaki barlara takılır?
Uğrak müşterilerinden değilim, ama oralara da gitmek, müziğe bakmak iyi oluyor. Bir türkü bar, hemen yanında da bir rock bar var mesela. Türkü bara gidip orada takılıyorsun, sonra öbür tarafa gidiyorsun. Ben evde takılmayı daha çok seviyorum. Bir de Tunalı taraflarındaki Likya’da arkadaşlarımla buluşurdum. “Tüm kediler gri” diye bir DJ setim de vardı, orada çalıyordum.

Neler çalıyordun?
O dönem Manchester etkisi altındaydım. Çok da yeraltına inmeden, biraz da eğlence olsun diye Joy Division, Happy Mondays, Smiths çalıyordum. Ama Velvet Underground da çaldığım oluyordu.

Demin fotoğraf çekilirken de Velvet Underground söylüyordun.
(gülüyor) Velvet Underground’un şarkıları küçük küçük gelir ve o trip’te takılır gidersin... “I’II be your mirror” diye bütün gün ortalıkta dolanırsın.

Albüm almaya gittiğin belirli dükkanlar var mıydı?
Tunalı Pasajı’ndaki Shades’ten, Süleyman (Özyıldırım) abiden alınıyordu genellikle. Bazen oraya gidip bende fazla olan CD’leri bırakır, onları satmasını beklerdim, sonra da onların parasıyla başka CD’ler alırdım. Bir ara büyük bir Queen hayranı olduğum için herkes bana Queen CD’si hediye ediyordu. Bazıları aynıydı, hemen gidip onları bozduruyordum Süleyman abide. (gülüyor)

İstanbul’dan bakınca Ankara sıkıcı bir yer gibi gözükür. Ankara’da herkes bir şeyler çalıp söyler, biraz da Kadıköy gibidir, müzik bir yerde takılır kalır. Aynı parçalar çalınır, dinlenir...
Öyle bir garip durumu var Ankara’nın, bu yüzden orada duramıyorsun zaten. Ama sen araştırıyorsan, evinde internet varsa, her şey yolunda. Bu arada artık şu Youtube
yasağını kaldırırlarsa çok sevineceğiz...

Birlikte bir proje yaptığınız Sıfır’dan Zafer Aracagök’le Ankara’da mı tanıştınız?
Evet, Bilkent’te hocamdı. Zafer hoca ilginç bir karakterdir, sürekli müzik üreten biri. Bir şekilde denk geldik, böyle işler yapmaya çalıştığımı biliyordu. “Bir takım şarkılar var, onlara vokal yapar mısın” dedi. Okuldaki ilk senemdi. Tam olarak beraber çalıştık diyemem, onun müziklerini alıp dinledim, üzerine bir şeyler yazdım ve Manhattan’da sahne de eşlik ettim. O gece Murat Ertel de çıkmıştı sahneye.

Sıfır’ın albümlerini sever misin?
Çok severim. “Alo, tren müdürlüğü mü, alo, beyin tramvayı geçirmek istiyorum” gibi sözleri var. Çok zihin açıcı buluyorum.

Şarkı sözlerin şiirden besleniyor, ama düzyazı gibiler. Nasıl yazıyorsun?
Anlatmak istediğim şey üzerinde yoğunlaşıyorum ve bunu nasıl anlatabilirim diye düşünüyorum, sonra patır patır çıkıyor.

"Hayvanlar"ın ilk şarkısı "Aslında Bir Konu Var"da "yine onu vurdular / yine ona bam!" sözlerini ilk duyduğumuzda Hrant Dink'i düşündük sonra başkalarına da benzer bir çağırışım yaptığını öğrendik.
Böyle bir çağırışım uyandırması çok güzel geldi. Aslında o şarkının ana temasını "üçgen gezegenleri, meşru cinayetleri" kısmı veriyor gibi geliyor bana. Orada yanlış bir yaşama şeklini ve yanlış bir bilinci eleştiriyorum. Şarkıyı yazarken bazı mitler üzerine düşünüyordum. Piramitler, Murdoklular, üçgen şeklinde altınlar, Amerikalılar... "M.Ö. 10.000" diye bir film vardı, şu anda yaşadığımız sosyal gerçeklikle fazlasıyla örtüşüyor. Filmde, piramitlerin yapımı sırasında köleler diye bir sınıf oluşturuyorlar ve kölelere istedikleri gibi oynuyorlar, onları öldürüyorlar. Kölelere bunu yapmak meşru! Bu miti araştırıyordum o sırada. Marduk efsanesiyle ilgili de çok şey okudum. Niye varız ne oluyor, her şeyi bilmek istiyorsun bir şekilde.

"Nereden geliyoruz","ne yapıyoruz" sorularıyla ilgili misin çok?
Çok ilgiliyim. Siz hiç merak etmiyor musunuz? Marduk efsanesine göre 2012 dünyanın sonu. Yanlış olduğunu hissetmiyor musunuz yaşadığımız halin?.. Hong Kong'la ilgili bir belgesel seyrettim. Adamlar feng shui'ye göre acayip binalar inşa etmişler. Bir adam konuşuyor "her şeyi bu göle doğru tasarladık, çünkü bu göl para demek" falan diyor. Adamların tek anladığı şey bu, varolmaktan çok para mühim onlar için İroni zannettim başta. Halkın bu bilince nasıl tepki verdiği gösteriliyor, çocukların elinde plastik balonlar var, takılıyorlar. Her şey çok parlak ve çok güzel böyle bir dünyada yaşamak istemiyorum , bu bana zavallılık gibi geliyor, o yüzden tepkiliyim her şeye. Varoluşumuzu değiştirecek ne varsa onlarla ilgilenmek istiyorum. Yaşadığımız, bir geçiş dönemi. Ne tarafta durmak istediğin, neyi savunduğun çok önemli. Kimse nasıl bir dünyada yaşamak istediğiyle ilgili konuşmayacak ve zaman akıp gidecek gibi geliyor.

Geçmişe dönüp özellikle yaşamak istediğin bir dönem var mı?
Sanki daha önce hiç bu kadar çamur değilmiş dünya. İdeal bir dönem yok bence, insanın içinde yaşadığı dönem önemli. Ama 60 sonları ve 70 başları insanlar temiz hissediyorlardır kendilerini ve gerçekten çok büyük bir kanal açtıklarını çok büyük bir kanal açtıklarını fark ediyorlardır. Onun heyecanını tahmin etmek çok zevkli. O dönemde spiritüellik de artıyor. Benim için spiritüellik şimdi de çok önemli. Dünyadaki en büyük eksiklik bu. Her şey madde üzerinde , değil mi? Spirtüelliği unutturdular. Medyadan, her şeyden şikayetçiyim. Ayrıca spiritüel olmak bile grupla ilgili, mesela bir grupla yoga dersine gidiyorsun. Grup psikolojisini bir yenebilsek! Birey olduğunu unutuyorsun ve sana öğretilen bir şeyin parçası olmaya çalışıyorsun, ama niçin, orası belli değil... Aslında müzikle ilgilenen insanların içlerindeki spiritüel yanı keşfetmesi kolay. Zaten yaptığın iş spiritüellikle ilgili. Mesela davul çalıyorsun, sen ona vuruyorsun, o sana vuruyor ve bir anda müzik oluşuyor, büyüyor, büyüyor...

"Aslında Bir Konu Var" için yaptığınız klip bayağı ses getirdi.
Klibi Fatih Kızılgök çekti. Onun "Toz" adındaki kısa filmini seyredip çok beğenmiştim, gidip buldum kendisini. Klipte sanki manyetik bir alan yaratıyoruz ve insanlar uçuyor! O kadar acayipti ki, klip çekilirken bunun gerçekten olduğuna inandım. Saatlerce birbirimize değerek o oyunu oynadık. Tam havalanacağı zaman kendimi bayılacak gibi hissettim, çok acayipti. Seda İşca'nın koreografisiyle çalıştık. Teknik olarak ipler bağlandı, dansçılar iplerle çekildiler. Sonra da bilgisayarda ipler silindi ve bu hale geldi.

Şarkılarında hikâyeci bir üslup var genellikle kendi ilişkilerine dair hikayeler anlatıyorsun.
Çok fazla enerji vardı içimde, bir şey yapmaya ihtiyacım vardı. Kendi kendime yazmaya, üretmeye çalışıyorum sürekli. Sonra Emre Irmak'la karşılaştık ve Emre eski kayıtlarımı dinleyince buna bir şey yapmak lâzım dedi. Böyle hikayeler anlatasım varmış ki bunlar çıkıyor. Biraz müziğin akışına bırakıyorsun kendini. Ama bunun nasıl gideceğini bilmiyorum.

Ölüm teması çok sık geçiyor şarkılarında.
Ölüm ile sanat arasında yakın bir ilişki var. Zaten sanat, ölüm duygusunu yenme noktasında başlıyor. Bu bir itici güç. Mağaraya yapılan resimler bile ölümü büyüterek onu yenmek gibi bir anlam taşıyor. Çünkü ancak ölürsen yeniden doğabilirsin. Sanat seni soyut bir dünyaya çağırıyor. Ölmenin o kadar da ölmek olmadığını ya da insanın kendi içinde ölüp ölüp dirilebildiğini anlatı yor. Ölelim ki yeniden olalım!

Konserlerin nasıl olacak? Neye hazırlayalım kendimizi?
Ekimden sonra başlıyor konserler. Bütün düzenlemeyi tek bir set gibi, akıp gidecek bir şey haline getirme ye çalışıyorum. Moddan moda geçen bir şey değil, bittiğinde bir bütün olarak hatırlayabileceğimiz bir şey. Şarkılar tamamen başka türlü
icra edilecek. Bu albümde bu enstrümanları kullandım, ama biraz da maddi imkansızlık nedeniyle böyle oldu. Çok daha farklı enstrümanlarla renkli bir şeylerin döndüğü bir albüm olmasını tercih ederdim. O yüzden vurmalılara yönelip bazı parçalan olabildiği kadar ritim üzerinden götürmek istiyoruz.

Seyredip de unutamadığın konserler neler?
Patti Smith konserinden çok etkilenmiştim, Patti Smith sevmemek ne mümkün! Kings of Convenience konserinde de ağladığımı hatırlıyorum. Yanımda da bir arkadaşım oturuyordu, onun da gözleri doldu. Biz halliydik o konserde, gerçekten yoğun yaşadık. Rahatlamak için dans etmem gerekiyordu, kendimi sahneye atıp dansettim.

Gitarist oğlan çocukları bu işe kızların ilgisini çekmek için başladıklarını söyler. Senin öyle bir çıkış noktan var mı?
Kesin öyle içgüdüsel bir itiş olmuş tur, daha çok beğenilmekle ilgili. Şarkı söylerken çok özel bir şey yaptığımı düşünmüyorum aslında. Basit bir şey, herkes şarkı söyleye bilir ve lütfen söyleyelim, çünkü çok rahatlatıyor insanı! Ama bunu bir yaratıcılığa dönüştürmek, oturup beste yapmak başka bir şey, onu niye yaptığımı tam hatırlamıyorum. Ama şarkı söylemeye başlamak, belki de annemlerin ilgisini daha çok çekebilmek içindi. Beni çok yalnız bırakırlardı, ben de onlara süper bir insan olduğumu kanıtlamak isterdim. (gülüyor) “Siz öyle takılıyorsunuz, ama bakın ben ‘Aynı Çatı Altında ’yı söyleyebiliyorum.” O şarkıyı seviyorlardı, ben de evde söylerdim. Bir de insanlarla bağlantı kurmak için şarkı söylüyorsun, “bak, ben bir şeyler yapıyorum, sen ne yapıyorsun, bir şeyler yapabiliriz beraber” demek gibi. Ama sonra, “bir dakika durun, çekilin, beste yapıyorum, kopya çekmeyin’e dönmüş olabilir. Şaka! (gülüyor)

Mori adı nereden geliyor?
Aslında “mori” küçüklüğümden beri hep duyduğum bir laf. Anneannem Edineli. Annem, teyzemler ve onların arkadaş grubunda adım “Yasemin Mori” diye geçer. Yasemin Kız! Bir ara Jim Morrison’dan çok etkilenmiştim, Yasemin Morrison diye geçiyordu adım. (gülüyor) Sonra Yasemori’ye döndü, okulda herkes bana Yasemori derdi. Bloglarımı o isimle tutuyordum. Albüm çıkartırken, “çok net, kesinlikle Yasemin Mori’yim” diyerek bu adı kullandım. Ailenin kökenlerini tam bilmiyorum, aslında anneme sonlum, biraz anlattı, ama unuttum. Bulgaristan’dan göçmüşler. Çok da enteresan bir konu olduğunu düşünmedim nereden geldiğimin.

Sen daha ziyade insanlığın nereden geldiğini merak ediyorsun, öyle mi?
Evet, insanlık niye var? (gülüyor) Bir garibiz. İnsanlığın her şeyin üzerinde güç kurup ondan sonra da hırsla, “evet, ne yapıyorduk, niçin yapıyorduk bunu? Hmm, evet, cep telefonu için gibi bir halde olması tuhaf.

Balkanlarla, Balkan müzikleriyle hiç ilgilenmiyor musun? Kan çekmiyor mu?
Onlar beni pek cezbetmiyor, dansın bir türü gibi. Ben insanı yolculuğa çıkaran şeyleri seviyorum. Mesela Çingene ruhunu ortaya çıkartacak şeyleri severim. Ayaklarımı yere basmak istiyorum müzikal anlam da. Dünyada ritim konusunda en önemli yerlerden birinde oturuyoruz. Arkadaşım Nezih Ünen “Anadolu’nun Kayıp Şarkıları” diye bir belgesel yaptı, müthiş şeyler var.

Albümdeki şarkıların ne kadarı eski, ne kadarı yeni?
“Arjantin”le “Kuzgun” daha yeni. Diğer şarkılar da aşağı yukarı üç yıllık.

“Arjantin” şarkısının adı nereden geliyor? Ülke mi? Ankara'daki cadde mi? Bira bardağı mı? Sulandırılmış bira mı?

Emre'yle stüdyoda ritim bakıyorduk. Emre bir fikir buldu onun üzerinde bir şey çaldı ve "ne kadar Arjantin havası oldu" dedi. Benim de çok hoşuma gitti. "Bir dakika, Arjantin harika bir yer, o havayı koruyalım" diye düşündük. Arjantin'e gitmedim hiç, bir yandan Türkiye'ye çok benziyor. Arjantin'le İngiltere arasındaki savaşa dair "Fuckland" diye bir film seyretmiştim. O filmle de beraber her şey birleşti ve Arjantin üzerine bir şey söylemek istediğime karar verdim.

Albümün son şarkısı, "Bırak şu rock'n'roll'u, geceleri ve kızları" ilk gözümüzde canlanan elli küsur yaşlarında barda kız kesen bir adam...

Rock'n'roll'un içinden çıkarılamaz bir hali olduğuna inanıyorum. Sonuçta o da bir yaşam stili ama sevdiğin birinin öyle bir hayat tarzı benimsemesi olasılığından korkuyorsun "Al güzel olanları, bırakıp yalanları" da diyor şarkı. O adamlara "in aşağı, in sahneden" diyor. Rock'n'roll sonuçta hepimizin kabul ettiği çok eğlenceli bir şey. O da gelişip büyüdü, değişti, aynı kalmadı. Mesela Björk de rock'n'roll yapıyor, ama punk da yapıyor.

Punk'la aran nasıl?

Punk iyi bir şey. Ben her şeyi punk zannediyorum bu arada. Sex Pistols benim için daha az punk mesela Björk'ten. Punk benim için bir tavır herhalde.

Clash mi, Sex Pistols mi?

Clash'i çok severim. Sex Pistols'un bu tavrı yerleştirme biçimi çok hoşuma gidiyor. O tavrı alıp çerçeve gibi "işte budur punk" diye asmış gibi geliyor. Ama Clash daha dinlenesi geliyor bana. Daha melodik.

Şarkıdaki "Mutsuz Punk" sen misin?

Evet benim, buyurun. (gülüyor) Benim ama punk'ı canlandırıyorum o sırada. Canlandırdığım şey.

Şarkının sözlerinde olduğu gibi gerçekten kırmızı at çizer miydin?

Hiç kırmızı at çizmedim, ama o şarkıyı yazarken kafamda çizdim. Ben gezegenler ve hayvanlar çiziyorum ama çok garip hayvanlar.

Albümün adı neden "Hayvanlar"? Pink Floyd'un da "Animals"ı vardır.

Albümün adını koyduktan sonra fark ettim. Pink Floyd'un albümünü biliyordum tabii, ama tamamen unutmuşum. Albümün adı hayvanlardan çok içgüdüsel şeylerle ilgili.

Evde, senden 10 yaş büyük ablanın plaklarıyla çok ilgiliymişsin. Neler vardı içlerinde?

Önceleri kapaklarıyla falan ilgileniyordum. Mesela bir yerden duymuş olduğum Pink Floyd'a bu neymiş diyip bakıyordum. Ablamla aramızdaki o ilişki, bana ilkokul üçüncü sınıftayken Queen'i dinletmesiyle başladı.

Odasında poster var mıydı?

Onun odasında yoktu, ama benimkinde vardı. Küçüklük döneminde The Cure, Smiths gibi şetler daha geç dönemlerde Pink Floyd'un "Dark Side Of The Moon" posteri oldu.

Annen-baban neler dinlerdi evde?

Opera dinlerler. "Carmina Burana" falan dinliyorlardı, ben de ezberliyordum bazen... Babamlar eskiden solcu olan ve bu uğurda mücadele eden insanlar. Ama Özal'la beraber her şeyi unutmak istemişler. Evde bu konular hiç konuşulmazdı, babamın hep bir çekincesi vardı. Uzun süre ben de ilgilenmedim politikayla.

Ailede şarkı söyleyen var mı?

Babam söylüyormuş, ama biz duymadık. Annemin dediğine göre kadife gibiymiş sesi. Babamın etkisi olabilir sesimde. her şarkıya göre nasıl söylemem gerektiğini düşünüyorum, bir sürü şekilde kullanabilirsin sesini.

Sahnede hiç cover yaptın mı?

Bu zor bir şey. Çok fala şarkı seviyorsun, bir sürü şey dinlemişsin ve o şarkıları söylemek de istiyorsun... O şarkıları söylemek bana "niye kendimize ait olamıyoruz" sorusunu sorduruyor. Bence İngilizce cover yapmak kötü bir fikir. Ama o şarkılarla büyümüş, onları sevmiş bir nesildenim. O kültürün içerisinde yaşıyoruz e aslında bendeki o duygu gitgide daha çok güçleniyor. Buradan, bu taraftan alabileceğimiz neler var? Kendimden ya da topraklarımdan alabildiğim şeyleri aktarmak bana daha uygun bir şeymiş gibi geliyor. Aktarım zaten her yerde her dakika var. Bütün cover grupları bir şey çalıyor ya da yabancı bir müzik söylüyorlar. bu bana ters gelmeye başladı. Kendi kültürümden bir şeyler buldukça cover yapmak istiyorum.

Buradan kimi cover'lamak istersin mesela?

Değişik şeyler keşfetmek, bulunmamış güzel şeyleri ortaya çıkarmak istiyorum. Mesela geçen gün alevi türküleri söyleyen Hüseyin Uğurlu'yu dinledim. Adam inanılmaz söylüyor acayip punk yaptığı müzik de öyle. Dumçaka dumçaka dumçaka diye gidiyor bir başlıyor şarkı söylemeye acayip bir şey yaratıyor. Allah, diyorsun onları bulmak istiyorum çünkü onları söyliyebileceğime inanıyorum. Bir şeyi çok çılgın bir duruma sokabilirim.

Alevi türküsünü tarif ederken Batı referansıyla punk benzetmesini kullandın.

Punk Batının bulduğu bir şey değil ki. Punk ondan çok önce var. Mesela punk Hüseyin Uğurlu’nun şarkı söyleyiş tarzıdır. O tavrı Sex Pistols çok iyi canlandırdı diye onlara mal etmemiz gerektiğini kabul etmiyorum. Punk is good, punk is Turkish. (gülüyor)

Memleketten hangi grupları dinliyorsun?

Peyote’ye gidiyorum. Orada çıkan grupların hepsi heyecan verici oluyor. O ham hali bazı gruplarda çok iyi alıyorsun, tamamen müzik yapmak için müzik yapıyorlar. Amatör gruplar ilgilendiriyor beni daha çok. Türkü barlara da sık sık gidiyor musun?
Hep gidiyorum, bana açık yerler. Eğer bir şey söylemek istiyorsam, oturup Türk sanat müziği söylerim ya da ‘Haydar Haydar” mesela. Oralara gidip onları söylemeye çalışmak güzel. Çok türkü bilmiyorum, ama severim türküleri, en çok Erkan Oğur’un yaptığı türküleri biliyorum, çok değerli bir iş yapıyor. Her şeyi dinlemeye çalışıyorum. Bir insanın çok fazla şey öğrenmeden, ilkel bir şekilde müzik yapma hali beni çok etkiliyor. Evet, armoni şudur, şöyle gider, kuralları var. Ama herkes bir şeyler yapmış onlardan çok etkileniyorsun ister istemez. Ama ilkel bir insan olarak benim müzik yapma halim her şey den daha önemli. İçinden geldiği gibi müzik yapmaya çalışan insanlar beni her zaman çok etkiler. Türkü barlarda o hissi duyarsın, adam müthiş bir şarkıyı müthiş bir şekil de söyler, güzel çalıyordur bağlamasını, kaybolur içinde.

Arap müziğiyle aran nasıl? Biraz önce konserlerini anlatırken sözünü ettiğin orkestrasyon, güçlü ritmler ve vokal Arap müziğinde ziyadesiyle rastlanan bir şey.
Şu an en çok ilgimi çeken şey Arap müziği. Bu ara Ümmü Gülsüm ve Feyruz dinliyorum. Lübnan, Cezayir, Mısır... Ümmü Gülsüm çok acayip bir ses. O yol beni daha çok cezbediyor, kendimi orada çok da ha rahat hissediyorum. Orada çok ilkel bir şey yapıyorsun ve yaptıkça daha da ilkel olmaya başlıyorsun, her şey ortaya seriliyor. Rachid Taha ’nın konserine gitmiştim, çok beğenmiştim. Bu aralar Last.FM’e “Arabic beats” diye yazıyorum, oradan bakıyorum. (gülüyor)

İnternette senin için en çok kullanılan sıfatlardan biri “zırdeli”. Öyle mi diyorlar? Niye acaba?
(gülüyor) Bana hep öyle derler. “Nolur Nolur Nolur”da öyle bir “bak ben zırdeliyim” diyorsun ki, inanası olmasa da inanır insan.
(gülüyor) O şarkıyı yaparken hakikaten kendimi öyle hissediyordum. İnsan kendine “ben zırdeliyim” diyemez aslında. P dergisi geçen sayısını “Delilik ve Sanata ayırmış, sayfaları biraz karıştırdım. Delilikte bir sakınca yok. Dali galiba “gerçek bir deliyle benim aramdaki tek fark, delinin deliliğini bilmemesidir” gibi bir şey söylüyor.

Eylülde Dali sergisi açılacak. Mirö gidiyor, Dali geliyor. Ne diyorsun?
Ne güzel, keşke daha çok olsa. Hiçbirini görmeden yetişen insanlarız. Bunu grafik tasarım okumaya başladığımda hissettim. Bu yapıtların hepsini küçük kitaplardan küçük halleriyle ya da internetten görüyoruz. Resme bakmak önemli. Nasıl üretilmiş, ne boyutta yapılmış, fırça darbeleri nasıl? Burada onların hiçbirini görmeden, insanların nasıl ustalaştığını bilmeden resim yapmaya kalkıyoruz.

Hangi ressamları seviyorsun?
Van Gogh’u çok severim. Naif ve müthiş şeyler yapıyor. Edvard Munch müzesine gitmiştim, bayağı etkilenmiştim. Francis Bacon ‘ ı seviyorum. Goya’nın resimleri de çok
acayip. Her şeyi başlatan adamlar dan bir tanesi Goya. Deliliği başlatanlardan biri olabilir.
Neler okuyorsun?
Eskiden daha çok okuyordum. Edebiyattan ne bulduysam okumaya çalıştım. Thomas Mann, Dostoyevski... Son zamanlarda okuduğum Haruki Murakami de çok acayip bir yazar, duygusu müthiş.

Albümde “spoken word” diyebileceğimiz, konuşmalı, resitatif bölümler de var.
Bu işin en çok sevdiğim tarafların dan biri o. Haiku’lar da yazıyorum:
Sahneden onları okumak da güzel olur. Simdi size bir şiir seslendireceğim: “Al bir kalpak giymişti all, al bir ata binmişti allll.” Küçükken okumadım değil ‘ bu şiiri. (gülüyor) Müsamerelerde şiir okuyor muydun?
Andımızı, Gençliğe Hitabe’yi falan okumayı severdim. Mikrofona geçerdim, başlardım, arkamdan söylerlerdi: “Ey Türk gençliği”, “Eyy Türk gençliğiii”, “birinci vazifen!”, “birinci vazifeen’ Ve bir anda benim için alkışlar kopuyor. (gülüyor)

Söyleşi : Çiğdem Öztürk - Cem Sorguç
Fotoğraf : Şahan Nuhoğlu
Roll Dergi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder